- GÜLER YÜZLÜ SOSYALİZMİN ÜLKESİ KÜBA
Artık tüm dünyayı “sen kazan-ben kepçe” misali gezmeye başlamış olan Türk turistlere hiç de yabancı olmayan bu ülkeyi, biraz daha yakından tanıyalım isterseniz.
Küba, Karayiplerin tam ortasında bir ada ülkesi. Kuzeyinde ve doğusunda Atlas Okyanusu (dolayısıyla Meksika körfezi), güneyinde Karayip denizi ve Güney Amerika var. En yakın kuzey komşusu ise, sadece 180 km mesafedeki ABD ve Miami. Tıpkı ülkemiz gibi, doğu-batı yönünde uzanan dar, uzun bir ada. Toplam yüzölçümü 111.000 km2 ve 3735 km deniz kıyısı var.
Ekvatora oldukça yakın, 21 derece kuzey enleminde bulunuyor ve bundan dolayı yıl boyu sıcak, yazları bol yağışlı subtropikal bir iklime sahip. Öyle ki bu ülkenin insanları soba denen şeyi bilmiyorlar ve yaz-kış ince yazlık kıyafetlerle, şort ve kolsuz tişörtle dolaşıyorlar, sahillerinde 12 ay denize giriliyor. Tabii bitki örtüsü ve yetişen ürünler de bu coğrafyayla uyumlu. Bizde olmayan pek çok tropikal meyve ve bitki yetişiyor. Örnekse, en başta ülkenin yüzyıllardır temel ihraç ürünü olan, İspanyol sömürgeciliğinin temel direğini oluşturan, ülkenin pek çok yerinde hala yoğun biçimde yetiştirilen şeker kamışı. Bunun dışında Küba’nın en önemli ihraç ürünlerinden birini oluşturan puronun hammaddesi tütün, çok sayıda tropik meyveler, muz, ananas, mango, Hindistan cevizi, mısır, vd. Gelin bu zenginliklere sahip ülkenin tarih boyunca geçirdiği evrelere kısaca bir göz atalım.
Tarih boyu sömürgecilerin cenneti bir ada
Ancak sömürgecilerin baskı ve sömürüsü, salgın hastalıklar, açlık ve göçler yerli nüfusu acımasızca yok etmiş ve onların yerini İspanya’dan gelen sömürgeciler ve onların soyu almış. 18. yy’ dan itibaren ise, hayvancılığın, tütün ve şekerkamışı üretiminin artırılması sonucu gereken işgücü için Afrika’dan çok sayıda köle getirilmesi, ada nüfusunda köklü bir değişim yaratmış. Şu anda da halkın % 11’ini oluşturan siyah ırktan insanlar adanın yerli halkı arasına karışmış, zamanla bunların beyaz ırkla karışmasıyla melez bir halk doğmuş, ki Mulatto denilen bu karışık ırk, aslında Küba’ya özgü en tipik ve en kalabalık yerli grubu oluşturuyor.(% 51)
19. yy’ın sonlarından itibaren İspanya’nın şeker üretimi ve ihracatı için gerekli işgücü, sermaye, makine, teknik beceri ve pazarları sağlamada yetersiz kalması Küba’yla olan siyasi ve iktisadi bağlarının giderek zayıflamasına yol açmış ve ortaya çıkan boşluğu yanıbaşındaki ABD doldurmuş. Bu ortamda ABD’li işadamları şeker üretiminde ve ticaretinde güç kazanmaya başlamışlar ve aynı anda da İspanyollara karşı özerklik talebiyle savaş başlatılmış. İki aşamalı olarak verilen bu savaş, 1895’de sürgündeki Kübalı şair ve gazeteci JoseMarti önderliğinde hız kazanmış ve ABD’nin de İspanyollara savaş açmasıyla adadaki İspanyol hakimiyeti sona ermiş ama bu sefrer de örtülü ABD sömürüsü başlamış. ABD, işbirlikçisi olan devlet başkanları ve hükümetler aracılığıyla adada dilediği gibi at oynatmış, öyle ki 20. yüzyıl boyunca, devrime kadar geçen süre içinde, adeta ABD’li şirketlerin, zenginlerin, mafya babalarının iktidar, keyif ve para kazanma alanı, kumar, fuhuş, mafya cenneti olmuş.
2,5 milyonluk nüfusuyla başkent Havana’nın tarihine ve kuruluşuna bakarsak, kent, öncelikle çok elverişli bir yerde kurulmuş bir liman, dar bir boğazla girilen derin bir körfez, bu doğal limanı oluşturuyor. Tabii İspanyolların bu konuma ilgisiz kalmaları düşünülemezdi. Havana tarih boyunca, İspanyol krallarının, Güney Amerika’daki sömürgelerinden Avrupa’ya taşıdıkları altın, gümüş, değerli taşlar, baharat ve daha nice değerli malı indirip bindirme, yani aktarma limanı olarak işlev görmüş. Ganimetler buradan daha büyük gemilerle İspanya’ya taşınmış yüzyıllar boyu. Bu nedenle de hep sömürge yönetim sınıfının, asillerin, tüccarların, zenginlerin mekanı olmuş. Sürekli imar edilmiş, güzelleştirilip süslenmiş. Gerçekten çok etkileyici bir mimari miras var Havana’da. Sonunda da 20. yüzyılın başında İspanyol sömürgeciliği sona erince, bu miras, cumhuriyet yönetimi altındaki Küba halkına kalmış. Ama devrime kadar geçen 60 yıl içinde, ABD ile çıkar ilişkisi içindeki iktidarlar, kenti ABD’nin arka bahçesindeki sefahat ve kumar yuvasına dönüştürmüşler. 1933’te ABD destekli bir darbeyle iktidara gelen Fulgencio Batista, en ünlü diktatör olarak uzun yıllar Küba yönetimine damgasını vurmuş.Bu dönem yoksul halkın daha da ezildiği bir dönem olmakla beraber, Amerikalı zenginler ve onların yerli işbirlikçileri daha da zenginleşmişler, kendilerine Havana’nın en güzel semtlerinde birbirinden güzel malikaneler, villalar, hatta saraylar yaptırmışlar. Lüks oteller, tiyatrolar, eğlence yerleri, kulüpler, güzel meydanlar, parklar bu dönemde ortaya çıkmış. 1920’li, 30’lu, 40’lı, 50’li yıllar böyle geçmiş. Deyim yerindeyse, vur patlasın, çal oynasın bir hayat sürmüş.. Tabii bunun karşısında da yoksul şehirli halk ve köylüler, sefaletin ta dibine batmış. Bu da devrimin şartlarını hazırlamış zaten. 1959’daki devrimden sonra hükümet, hem kentlerde, hem kırsalda bütün özel mülklere ve büyük arazilere el koymuş. Havana’daki mimari miras devletin eline geçmiş, evlere yoksul aileler yerleştirilmiş. Yabancı sömüren sınıfı ve onların yerli işbirlikçileri zaten ABD’ye kaçmış. Devrim hükümeti emin adımlarla sosyal reformlar yapmış, insanların yaşam şartlarını düzeltmeye başlamış, herkese insanca bir yaşam sunmuş ama, aynı şeyi binalar için hemen yapamamış. Bu, yavaş gelişen ve şimdilerde hayli hızlanmış görünen uzunca bir süreç olmuş. Havana’da gerçekten dudak uçuklatacak cinsten muhteşem, kaliteli, mimari özellikleri açısından çok özel ve sayıca inanılmaz kabarık bir bina stoku var. Bir Avrupa başkentinin en şık mahallesini düşünün, gider keyifle gezer, fotoğraflar ve hayran kalırsınız. İşte o mahallelerden düzinelercesi, o yapılardan yüzlercesi var Havana’da. Her biri ayrı bir dönemin görkemini, ihtişamını yansıtıyor. Bugün Havana’da tarihi kent gezisi yaparken, her ne kadar son 50 yılın ekonomik zorlukları sonucu hayli yıpranmış gözükse de, eskinin ihtişamını yansıtan meydanları, caddeleri, sarayları ve evleri görüp bu mimariye hayran kalıyor insan. Tabii son yıllarda bu mirası korumak için verilen çabaya, yapılan çalışmalara da… Ve bu konuda bir orkestra şefi maharetiyle her şeyi yöneten bir ismi özellikle zikretmeden geçmek olmaz.

Mimari mirasın korunması ve “Havana Tarih Ofisi”
Havana kentinde tarihi mirası koruma çalışmalarının temeli 1925 yılında atılmış. 1938’de ise, “Eski Havana Kent Tarihçileri Ofisi” otonom bir kurum olarak çalışmaya başlamış. Başındaki kişinin ünvanı da “Havana Kent Tarihçisi” olmuş. İşte bu geleneğin bugünkü temsilcisinin adı EusebioLealSpengler. Spengler şu anda 73 yaşında bir arkeolog/sanat tarihçisi ve kent tarihçisi. 1964’den beri Havana’nın kentsel korumasında ve restorasyonunda tek söz sahibi kurumun başındaki kişi ve en üst düzeydeki karar verici. Havana’nın tarihi kent merkezi 1982 yılında UNESCO kültür mirası listesine alınmış ve o an itibariyle köklü değişiklikler başlar ve kararlı adımlar atılmaya başlanmış.LealSpengler, genç ekibiyle birlikte, bir yandan bakımsız haldeki tarihi mirası yeniden kazanmaya çalışırken, bir yandan da bu bölgede yaşayan yoksul halkı evlerinden etmeden, onları da projenin bir parçası haline getirerek, değişimin içine sokmayı başarıyor. Başında olduğu Ofis, tarihi Havana’daki tüm restorasyon ve koruma eylemlerinde tek yetkili kurum ve 1994’de çıkan bir yasayla ekonomik olarak tam bağımsızlığı var. Ofis kendi kurduğu “Habaguanex” adlı bağımsız turizm şirketi aracılığıyla, restore edilen yapıları ve adaları, turizme açabiliyor, özellikle yabancı yatırımcılarla ortaklıklar kurarak, onları Havana’da turizm yatırımlarına teşvik ediyor ve buradan elde ettiği gelirleri, yine tarihi merkezin restorasyonuna, iyileştirilmesine ve burada yaşayan yerli halkın refah ve yaşam seviyesini yükseltmeye harcıyor. Böylece bir sarmal şeklinde hem şehir kurtuluyor ve güzelleşiyor, hem de yerel halk kalkınıyor. Bu sayede son 15 yıl içinde, şehrin tarihi yapı stoklarının yarıya yakını yenilenmiş, 10.000’den fazla yeni iş yaratılmış (en çoğu inşaat işinde ve turizmde) ve kent merkezi capcanlı bir hale gelmiş ve turizm hızla gelişmiş. Örneğin biz bundan 5,5 sene öncesiyle karşılaştırdığımızda gözlerimize inanamadık. Havana bambaşka, pırıl pırıl ve 24 saat yaşayan bir kent olmuş. Ne diyelim, Allah Leal’e uzun ömürler versin. Havana’da yaratılan bu model, tüm tarihi kentlere örnek olabilir bence. Nitekim bu nedenle Çekül Vakfı, Tarihi Kentler Birliği ve Kadıköy Belediyesi, Leal’i 2007’de İstanbul’a davet etmişti ve kendisi de Havana modelini burada sunmuştu.
Küba’yı gezmeye genellikle uluslararası uçuşların varış noktası olan Havana’dan başlanıyor. Klasik bir-iki tur rotası var. En çok yapılanı, ülkenin batı yarısını kapsayan ve Havana’dan başlayarak bir daire çizen, Havana-Cienfuegos, Trinidad, SantaClara gibi önemli şehirleri gösteren ve en sonunda da 20 km uzunluğundaki ipek gibi kumsallarıyla ünlü Varaderosahillerinde 1-2 günlük dinlenme molasıyla sonlanan rota. Tabii bu rotayı her iki yönde de yapmak mümkün. Bir de ülkenin en doğu ucunda yer alan Santiago de Cuba şehri var ki, burası aslında devrimin başladığı, Fidel Castro ve arkadaşlarının, 1956’da küçük bir motoryatla Meksika’dan gelerek başlattığı gerilla hareketinin ilk başarıya ulaştığı, bundan dolayı da devrimle özdeşleşmiş olan bir kent. Ancak mesafe uzak olduğu için buraya ancak uçakla gidilebiliyor ve turun süresi uzuyor. Bu nedenle her tur bu kente uğramıyor. Batıda Cienfuegos, 19. yüzyıldan beri çok önemli bir sanayi merkezi ve liman, ayrıca çok güzel bir kolonyal mimariye sahip zarif bir kent. Trinidad İspanyolların ilk kurduğu şehirlerden biri ve şeker kamışı üretiminin ilk merkezlerinden. Bu kent sadece Küba’da değil, tüm Latin Amerika’da özgün kolonyal mimarisini muhafaza etmiş şehirlerin başında geliyor ve bu yüzden tüm tarihi kent merkezi, UNESCO dünya miras listesine alınmış. SantaClara ise adı Che Guevara ile özdeşleşmiş bir başka devrim kenti. Batıda Che Guevara liderliğindeki devrimcilerin ilk eline geçen kent. Devrimin efsane lideri Che, 1958’in son günlerinde emrindeki bir avuç devrimciyle birlikte burada diktatör Batista’nın askerlerini taşıyan zırhlı treni raydan çıkarır ve cephane yüküyle birlikte ele geçirirler. Bu trenin müzeye dönüştürülmüş vagonlarını bugün de yerinde görmek mümkün. İnsan vagonların içini gezerken adeta devrimin silah seslerini duyuyor. Ve tabii tüm zamanların en büyük devrimciidolü olan Ernesto Che Guevara’nın anıt mezarı da bu şehirde. Devrimci arkadaşlarıyla birlikte yattığı mezarı sessizce ve saygı içinde ziyaret etmek gerekiyor.
Sağlık deseniz, yukarıda bahsettiğim gibi çok ileri ve herkese bedava. Bu nedenle insanlar, çok küçük maaşlarla bile temel gereksinimlerini karşılayıp mutlu mesut yaşıyorlar. Bunun ötesi Kübalı’nın çok sevdiği ve onu hayatta en mutlu eden şey zaten: müzik ve dans….
Bu ikisi Küba’nın olmazsa olmazı. Latin müziğini seviyorsanız, hele de kendinizi müziğin ritmine bırakıp dansetmeye bayılıyorsanız, mutlaka gitmeniz gereken bir yer Küba.
Küba’da hayatın ritmi: müzik ve dans
Küba’da her şehirde bulunan Casa de la Trova’larda has Küba müziğini dinlemek mümkün. Trova’nın anlamı “balad”. Bu müzik evlerinde akşamları çevre halkı toplanıp müzik dinleyip gönlünce dans ediyor. Şimdilerde büyük kentlerdeki Casa de la Trova’lar, yoğun biçimde turistlerin de ilgisine mazhar oluyor. Akşam oldu mu be evler o kadar kalabalık oluyor ki, oturacak yer bulmak mümkün değil.
Rom, puro ve son söz…
Evet, Küba o kadar renkli ve keyifli bir dünya ki, onu anlatırken insan sözü bir türlü bağlayamıyor. Ancak yerimiz sınırlı. Son bir söz olarak şunu söylemek isterim: Küba her gittiğimde bende orada daha uzun süreler geçirme isteği uyandırıyor. Oradaki trafiğin azlığı, havanın temizliği, insanların rahatlığı ve dans ve müzik ekseninde dönen keyifli yaşam, bizim hayatımızdaki streslerden adeta arındırıyor insanı ve her şeyi unutturuveriyor. Eee benim en büyük merakım olan ve restore edilmeyi bekleyen binlerce muhteşem tarihi bina da varken, acaba diyorum, bir konak da Havana’da alıp, restore etsem ve butik otel yapsam, nasıl olur !!!